Yol

|
Renksiz, gölgesiz, simsiyah bir karanlığın ortasına oturmuş yolu dinliyordu. Gün, bir öncekinden daha koyu, daha karanlık, daha uzun. Renksiz, ışıksız, soğuk. Yol katıydı, kaba, dokunduğunda parmak uçlarını açıtacak kadar sivri, sert. İnsanlar geçiyordu yoldan ara ara, kendi dünyasında karşılığı olmayan kelimeler konuşarak. İnsanlar geçiyordu, selamsız, sabahsız. Karanlığın ortasındaydı, herşeyin yanı başında, herşeyden uzak, herşeye yabancı. Yolu dinliyordu. Yol, her gün başka, her gün yeni, her gün farklı. Yol, hayatın içinde, hayatından uzak. Şekillerini oyuncaklara dokunarak öğrendiği arabalar geçiyordu yoldan, seslerinden, kokularından yola çıkarak bedenlerini hayal ettiği insanlar. Her biri diğerinden farklı ayak sesleri. Kimi zaman bir keman gibi ince, kimi zaman bir gonk gibi tok, bazen solo bir şarkı gibi ahenkli, bazen sağanak bir yağmur gibi karmaşık. Kimi zaman sert, kimi zaman ince, kimi zaman aceleci, kimi zaman avare .

Yolu severdi. Yol, orada, öylece, her zaman gidilmeye hazır. Yol, seçenekti, yol çıkış, yol kurtuluş. Ama bu yüzden sevmedi yolu. Yolu, yolcuların ayak izlerini hissetmek için dokunduğunda sevdi. Yolun hafızası yoktu.

Rengi bilmiyordu, güneşi hiç görmedi. Hayatının baharında, güneşe küsmüş bir çiçek. Güneş, teninde ılıklık, yağmur ıslaklık, kar soğukluktu. Ömrü bayağı işlerle geçti, uyumak, uyanmak, yemek yemek, oturmak, radyo dinlemek, uzun bir çubukla etrafa dokunmak, beklemek, sonra tekrar uyumak. Kaleme yabancıydı. Harfleri, rakamlari, işaretleri hiç bilmedi. Formülleri, hastalıkları, hesaplamaları bilmek zorunda kalmadı. Bilmesi gerekenler daha basitti, daha küçük, daha sıradan. Bilmesi gerekenler kimsenin bilmediği küçük detaylar. Basamakların sayısı, evle altında oturduğu ağacın arasındaki mesafe, avlunun çukuru, tümseği, taşı, baharatların kokusu, şişelerin şekli, duvarın, zeminin, eşyaların dokusu. Özrü öğretmeniydi, detayları öğretti. Detayları sevdi, detaylardan nefret etti.

Giydiği bütün ayakkabıları bağcıksızdı. Kazakları hep yan yana durdu, pantolonları bir arada, gömlekleri birlikte. Aldığı herşeyi hep aynı yerine koydu. Düzen emniyetti, dağınıklık lüks, dağınıklık düşman, dağınıklık tehlike.

Otobüsün hırıltısı giderek homurtuya dönüştü, Durduğunda tiz sesli muavin arka kapıdan atlayıp koşarak geldi, izin isteyip koluna girdi. Elinde küçük bir çanta, kolunda muavinin cılız, kemikli eli, ön kapıya kadar ilerlediler. Uçları yıpranmış parmakları havada yavaşça ve tedbirlice süzüldü, önce kapının kenarına dokundu, ve ilk adımını içeriye attı, sonra parmak uçları merdiven boşluğundaki ahşap döşemeyi hissetti, sonra yavaş yavaş basamakları çıktı, ardından bir kaç koltuğa dokundu, en son muavinin dösterdiği cam kenarındaki koltuğa yerleşti. Başını titreyen cama dayayıp annesini düşünmeye başladı.

Acıda rızkı genişti. Bazıları sindiremeyeceği kadar büyük, bazıları taşıyamayacağı kadar ağır. Babası iflas ettikten sonra kendini içkiye verdi. Büyük hayaller peşinde koşmuş küçük bir adam. Ömür sermayesi tüketilerek kurduğu işi, bir mikropla yerle bir oldu. Umut kaybetmek için tehlikeli şey. Geriye yanan tavukların küllerinden bir tepe, boş bir çiftlik, sayfalar dolusu borç ve içmek için bolca neden kaldı.

Her sefalet, her acı bir sonrakine davetiye. Kaybolan serveti, yıkılan aile saadeti takip etti. Sataşmalar ve laf atmalarla başlayan huzursuzluk giderek arttı, her gün daha da sertleşen kavgaya dönüştü. Annesinin hastahanelik olması ile son noktayı buldu.

Şehre vardığına bin bir güçlükle buldu hastahaneyi. Başka bir alemde, bilinmedik bir ülkedeydi. Hastahanenin pürüzsüz merdivenlerini yavaş yavaş, endişe ile çıktı. Orta yaşlı bir kadın sesi kendisine yardım teklif etiğinde sevinerek kabul etti. Önce danışmaya gittiler. Annesinin kaldığı bölümü ve oda numarasını öğrendi. On dakika sonra annesinin üç hasta ile paylaştığı odasındaydılar. Geldiğini farkeden annesinin ilk tepkisi hıçkırarak ağlamak oldu. Annesini hıçkırıklarından tanıdı. Orta yaşlı kadın elinden tutarak annesinin yanı başına koyduğu sandalyeye oturttu.

Göz yaşlarıyla ıslanmış parmakları annesinin eline uzandı, iki elinin arasına aldı. Ölümü hatırlatırcasına soğuktular, yorgun, fersiz. Annesini hissetmek istedi, canlı olduğuna emin olmak istermiş gibi başına, yüzüne, saçlarına dokunmak istedi. Dudaklarının kıpırtısını duymak istedi, göz yaşlarının ılıklığını. Elleri yavaşca yukarı doğru kaymaya başladı. Annesi engel olmadı.

İlaç kokan, kimyasal kokan hastahane odasında, parmak uçlarında, annesinin morun bütün tonlarıyla kaplı yüzünü hissettiğinde, bir vakum bütün karanlığı emdi, geriye hiçlik kaldı. Zemin ayaklarının altından çekildi. Buruşmuş göz kapakları arasından lav gibi bir su yanakları boyunca aktı. Karanlık daha bir kesifleşti, katılaştı, karardı. Olduğu yere yığıldı.

Rüyasında basamak basamak yükselen koca bir piramidin tepesindeydi. Hava soğuktu. Rüzgardan savrulacak gibiydi. Üşüyordu. Yukarı doğru daralarak yükselen her bir basamağı sanki parmakları her birine dokunmuşcasına içinde hissediyordu. Aşağıya inmesi gerekiyordu. Acelesi vardı. Nereye yetişmesi gerektiğini bilmiyordu, ama acelesi vardı. Sopasıyla dokundu, bir basamak indi. Dokundu başka bir basamak indi. Dakikalarca basamak basamak dokundu, indi.

Sonra kedini işlek bir caddenin ortasında buldu. Kolunda tanımadığı bir adam, konuşarak işlek bir caddeyi geçiyorlardı. Tam ortaya geldiklerinde adam kolunu bıraktı. Caddenin ortasında kala kaldı. Değneğini aradı, bulamadı. Yardım istedi fakat ayak sesleri, konuşmalar, gülüşmeler herşey olduğu gibi devam etti. Diz çoktü, elleri ve dizleri üzerinde yürümeye başladı. Acı bir fren sesi duydu arkasından ağıza alınmayacak küfürler. Karşıya vardığında caddenin dikenli tellerle kaplı olduğunu dokundu. Teller, sıkı örülmüş, birbirine yakın.

Kaldırım taşları üzerinde, elleri ve dizleri üzerinde, gerisin geri emeklemeye başladı. Attığı her adımda ellerinin altındaki taşlar yumuşadı, cıvıdı, parmakları dizilmiş başlar üzerinde emeklediğini anladığında yolu yarılamıştı. Her biri ezikti, mordu. Kusmak geldi içinden.

Ayıldığında sedyede yatıyordu. Koku farklıydı, başka bir odadaydı.